İş insanı Orhan Turan bugün İstanbul’da düzenlenen TÜSİAD Genel Kurulu’nda başkanlık görevini Simone Kaslowski’den devraldı.
TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski son olarak şunları söyledi:
Kuzeyimizde sonuçları 10 yıllara yayılabilecek bir savaş sürüyor. Türkiye’nin önünde yapılması gereken önemli tercihler var. Yeni yol haritalarının çizilmesi gerekiyor. Ekonomideki sorunları bilen, kurumsal erime ve yönetim zaaflarının verdiği zararı sürekli vurgulayan ve bunların neden olduğu hasarı gidermenin geleceğimiz açısından önemini kavramış bir camiayız.
Ekonomik tabloyu biliyoruz. Konu ile ilgili analiz ve çözüm önerilerimizi geçtiğimiz aylarda kamuoyu ile paylaştık. Daha iyi bir yönetimin, büyüme ile kalkınma arasındaki farkı kavrayarak ekonomi politikası oluşturmanın önemini çok iyi anlıyoruz.
Ekonomisi güçlü olmayan ülkelerin dünyadaki etkisinin daha da azalacağı bir yöne doğru gidiyoruz. Aynı zamanda siyasi ve stratejik bakış açısıyla yapılan tercihlerin ekonomik hesapların önüne geçtiği bir yapılanma anındayız. Jeopolitik kaygıların, ideolojik karşıtlıkların ve daha dışa kapalı ekonomik bölgeleşme anlayışlarının ön plana çıkabileceği bir an bu.
Kaygımız Türkiye’nin bu dönüşüm anına ve dünya ekonomisinde gördüğümüz enflasyon artışına, tedarik zincirlerinin yeniden kurgulanmasına ve yeşil dönüşüm projelerinin taleplerine hazırlıksız yakalanması. Tüm dünyada büyük bir dönüşüm gerçekleşiyor. TÜSİAD bu konuyu hep gündemde tuttu. Türkiye bu treni yakalayabilir.
‘YOKSULLAŞTIRAN BÜYÜME’
Burada büyüme ile kalkınma arasındaki farkı çizerek ekonomik tablomuzu değerlendirmek istiyorum. Herkese ‘yoksullaştıran büyüme’ kavramını hatırlatmak isterim. Katma değeri düşük, teknolojik olmayan ürünlerle ya da ticarete tabi olmayan sektörlerde büyüyebilirsiniz ama kalkınma gerçekleşmez.
Her büyüme refah artışı ile sonuçlanmaz. Aksine hızlı büyüme adına attığınız bazı adımlar toplumun fertlerini yoksullaştırabilir. Yerine konulamayacak kaynakları tükettikçe bu yoksulluğun derinleşmesinin koşullarını hazırlarsınız.
Son dönemde Türkiye elindeki rezervi hızla tüketmekte. Bunların kısa sürede yeniden biriktirilmesi hiç de kolay olmayacak. Döviz rezervlerimizin yanı sıra, su, orman, zeytinlik ve insan kaynaklarımızı tüketiyoruz.
‘UCUZ EMEĞE DAYALI KALKINMA UYGULANAMAZ'
Tabii yüksek enflasyon beklentisi içinde, döviz kurundaki belirsizlik ve rezerv erimesi nedeniyle maliyet hesabı yapamayan, öngörüde bulunamayan bir özel sektör ancak acil durumla ilgilenebiliyor. Ama bunu aşmamız gerektiğine samimiyetle inanıyorum. Hemen her konuşmamda dile getirdiğim kurumsuzlaşma afetinin hızla giderilmemesi ve kurumlara güvenin hem yurt içinde hem uluslararası alanda yeniden tesis edilmemesi halinde işimizin misliyle zorlaşacağına kuşku yok.
Türkiye'nin gelişmişlik düzeyinde bir ekonomide, ucuz emeğe ve düşük standartlara dayalı ihracat yoluyla kalkınma modeli uygulanamaz. 21. Yüzyılın piyasa ve teknoloji gerçekleri ucuz emekten çok, yetişmiş ve iyi eğitimli işgücü ile verimlilik üzerine inşa edilmiş ekonomileri öne çıkarıyor.
Hemen hepimiz Türkiye'nin gıdada kendine yeten dünyadaki yedi ülkeden birisi olduğunu duyarak ve bundan gururuyla büyüdük. Bugünkü gerçeğimiz o nedenle bana çok hazin geliyor. 1990'da 54 milyonluk nüfusla buğday üretimimiz 21 milyon tondu. 2020'de nüfusumuz 84 milyona çıktığında üretim 17,7 milyon tona düştü.
‘KENTLİ ORTA VE YOKSUL SINIFLAR ZOR DURUMDA KALIYOR'
Kuzeyimizde yaşanan dram temel gıda ürünlerindeki ithal bağımlılığımızı tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Soya, ayçiçek yağı ve bitkisel yağlar, ekmeklik buğday ve yem bitkilerinde Rusya ve Ukrayna'dan yapılan ithalat ülkemiz için hayati önemde. Gerek Türk lirasındaki değer kaybı, gerek dünyadaki enflasyon ve tarım ürünlerinde savaşın da etkisiyle hızlanan fiyat yükselişi, ailelerin gıda bütçeleri üzerinde ağır baskı yaratıyor. Sonuçta özellikle kentli orta ve yoksul sınıflar çok zor durumda kalıyor.
Makroekonomik dengelerimizi bir an önce sağlıklı bir noktaya getirdikten sonra sanayide olduğu gibi tarımda da kapsamlı bir yeniden tasarım ve yapılanma çabası içine girmek zorundayız. Dövizimiz var diyerek ithalatla sıkıntılarımızı giderme imkanlarımızın giderek daraldığı bir konjonktüre de zaten çoktan girdik.
İyi ki Türkiye'nin reel kesimi bu derecede esnek ve dirayetli. Ekonomi politikalarında yapılan tüm hatalara rağmen üretmeye devam ediyor. Şirket ve banka bilançoları da faiz politikasına ve enflasyona rağmen çok iyi yönetiliyor. Sadece para ve maliye politikasında doğru adımları attığımızda dahi makroekonomik dengelerimizi düzeltme yönünde hayli mesafe kat etmiş oluruz.
Halen sürdürülmekte olan politikalarsa, reel kesim ve bankaları yoruyor. Krizlerde ayakta kalmak kadar, hangi bedelleri ödeyerek, hangi kaynaklarınızı harcayarak ayakta kaldığınız da çok önemlidir.
‘BEYİN GÖÇÜ HIZLANIYOR, YOKSULLAŞIYORUZ'
Öngörülemezlik, sürekli kural değişiklikleri geleceği hesaplamayı zorlaştırıyor. Daha da vahimi, tüm demokrasilerin belkemiğini oluşturan eğitimli kentli nüfus büyük bir baskı altında kaldığında beyin göçü de hızlanıyor ve yoksullaşıyoruz.
Bu bağlamda; ülkemizin gözbebeği olan köklü eğitim kurumlarımızın gelenekleri ve kapasiteleri ile korunması ve modern çağın gerekleri doğrultusunda gençlerimizi yetiştirmeye devam edebilmesini çok önemli görüyoruz.
Son krizin en belirgin sonuçlarından birisi, bugüne dek ekonomik gücüne koşut bir stratejik kimliğin sorumluluğunu yüklenmek istemeyen Avrupa Birliği'nin dünya sahnesine stratejik bir aktör olarak çıkmasıdır. Sağ popülist iktidarlar zayıflarken, güçlü tek lider rejimleri de Putin'in savaşı diye görülen bu son gelişmedeki tablo nedeniyle prestij ve etki kaybetmiştir.
Avrupa Birliği'nde yaşanan jeopolitik dönüşüm Türkiye açısından da önemli sonuçlar yaratacaktır. Ancak halen derin bir kriz içindeki AB-Türkiye ilişkilerinin yalnızca jeopolitik nedenlerle düzeleceğini beklemek yanlıştır. Yeni dönemin demokratik ve otoriter sistemler arasındaki rekabet ve hatta mücadelenin de derinleşeceği bir dönem olması ihtimali yüksektir.
AB VURGUSU
Bu durumda başta Avrupa Birliği olmak üzere, transatlantik ortaklarımız ile ilişkilerin gelişmesi için, Türkiye'deki hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, bireysel haklar, düşünce ve ifade özgürlükleri gibi konularda silkinmek, hızla restorasyona gitmek ve ülke demokrasisini tahkim etmek gerekecektir.
Bunlar yapılmadığı taktirde hem ekonomik hem stratejik olarak yeni konjonktürün bize sunduğu fırsatlardan yeterince yararlanamayabiliriz. Unutmamalıyız ki, ülkemiz Avrupa ekonomik havzası içindedir, ticaretinin önemli bir bölümü AB ile yapılmaktadır ve yabancı yatırımın hatırı sayılır bir kısmı da Avrupa ülkelerinden gelmektedir.
AB'nin ise Türkiye'ye yaklaşımında perakendeci yaklaşımdan vazgeçerek, ilişkilerin sağlam ve sağlıklı şekilde yeniden rayına oturması için çalışması ve yaratıcı olması gerekecektir.
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ'NE GERİ DÖNÜLMESİ
Demokratik toplumların kendi hatalarından dönme imkanına sahip olduklarını gözlemledik. Kendini yenileyemeyen, eleştiriye açık olmayan, inatlaşan sistemler sonunda kırılır. Demokratik toplumlar ise esner ve yeni şartlara uyum sağlamayı becerir. Cumhuriyet'in nihai ideali de budur.
Bana göre Cumhuriyet ilkelerinin en çarpıcı unsurlarından birisi kadın haklarına yaklaşımıdır. Türkiye'nin her yerinde kadınların verdikleri mücadeleyi, başarılarını, aşmak zorunda kaldıkları engelleri, üzerlerindeki baskıyı, çığırından çıkmış bir şiddet dalgası karşısındaki kararlı direnişlerini görüyoruz. Başta İstanbul Sözleşmesine geri dönülmesi olmak üzere kadınları güçlendirecek her adıma hep önem veren TÜSİAD'ın bu bayrağı hiç düşürmemesi gerektiğine inanıyorum.